Ağva Dönüşü


Ankara kendi rengiyle vurdu sabahın erken saatinde. Bugün yazarken zamanı ileri geri tarıyorum. 
Dönüş de gidiş gibi güzeldi. 
Ağustos güneşinin ışık seli içinde, köylerin arasında çiçekli bir top basma kumaş gibi dalgalanarak, uzaklarda sıcaktan titreyip buğulanan ufuk çizgisine doğru savrulan Kandıra yolu aklımdan hiç çıkmıyor. Daracık yolun üzerine kapanan gür orman, salkım saçak mısır tarlaları, başlarını hep bir yana çevirmiş sarışın, ablak suratlı ayçiçekleri, küçücük, iki yanı tahta korkuluklu şirin köprüden ansızın önüme fırlayıveren kuyruğu kendinden büyük tilkicik, ara ara durup çocuk arsızlığı ile topladığım; henüz kaynatılıp, küçük cam kavanozlara doldurulup, kırmızılı-beyazlı peşkirlerle ağızları bir güzel kapatılacak kıvama gelememiş mayhoş böğürtlenler... Her şey, her şey, bu anlatılamaz canlılık kenarsız-köşesiz bir çavlandan dökülen deli bir renk yağmuruydu.
Yalnızlığın boş, uzun girdaplarında doğa ile baş başa vakit geçirmek dinlendiriyor. Yine de incecik hüzünler dokunup dokunup geçiyor tenimden. Yaşanan onca tarifsiz acılardan, onca gönül kırıklığımdan sonra!.. Dilimde incitmebeni çiçekleri. İsimlerini usanmadan tekrarlıyorum: 
İncitmebeni, incitmebeni, incitmebeni...Olağanüstü denilenin aslında doğanın ta kendisi olduğunu çok az kimsenin bildiğine yanarak.
Sığırcıkların çığrışarak evlerine dönüşü gibi döndüm evime. 
Sözlüğe baktım: Ağva, iki nehir arasında kurulmuş köy demekmiş. Bana, zamanın yeşile boyandığı bir "Su Masalı" anlattı Ağva; bu sakin, bu huzurlu yer. Onu can kulağı ile dinledim. Bense içimde bir hikâyenin usul usul biriktiğini duyuyorum. Gün gelir yazarım belki iki Nehrin hikâyesini.