Leylâki İstanbul, Narmanlı Han


“...Aliye Berger ile karşılaştığım günü çok iyi ansıyorum.” Diyordu Ferit Edgü kitabında. 
[...1 Nisan 1954. ...Kapı açıldı ve içeriye elinde kocaman bir uçurtma; üzerindeki giysiler uçurtmanın kuyruğu gibi renk renk, Aliye Berger( imiş) girdi. “Çocuklaaaarr, uçurtma uçurtmaktan geliyorum. Uçurtmayı bir çingeneden aldım. Ama kuyruğunu kendim yaptım.” Bedri Rahmi, Sait Faik, Vedat Günyol, Adalet Cimcoz’lara “çocuklar” diyen, bu çok renkli çocuğa bakakalmış olmalıyım, Adalet Cimcoz eğilip, kulağıma, “Aliye Berger” diye fısıldadı.]
Aliye Berger'in ilk kadın gravür sanatçımız olduğunu biliyordum lâkin onun, 1948 tarihli ilk gravürlerinden birinin arkasına “Yaşamı böyle tanıdım-gökyüzüne bakarak.” kaydını düşmüş; gençlik yıllarından başlayarak ölümüne değin kendini güzelliğe ve aşka adamış; insan ve sanatın gerçeğine ancak güzellikle varacağına gönülden inanmış bir “Düş-Kadın” olduğunu Edgü’nün anılarından öğrenmiştim. Ve aşkla ölümün sınırında, katı madeni levhaları oyarak yarattığı öykülerinde hayran kalmıştım bu Düş-Kadın’a.
İstanbul’a bu gelişimde, ilk kez sokak sokak dolaşıyorum Beyoğlu’nu. Bir an, bir avlunun kapısında duraklıyorum. Yanı başından azgın bir sel gibi akıp gidiyor insan kalabalıkları, sesler. Oysa, güneş yüklü bir dinginlikte yüzen avlu nasıl huzurlu! Ortasındaki zarif havuza pencerelerdeki yansılardan, yer yer akik maviler, yer yer limonî yeşiller, turuncumsu pembeler sızıyor. Havuzda, ibadet edercesine yıkanan bu renklerle, bu 1800’lerden kalma hanın avlusunda insanı arındıran bir şeyler var. Çay içmek, bir parça dinlenmek için oturuyorum. Bahar aydınlıklı avlunun bir köşesinde, satırlardaki düşlerden kopup, şimdinin kıyısına vurmuş, düşsel birer varlık gibi duran iki heykel, avluya dolan mayıs ikindisinin suskun tanıkları. Bakışlarından tatlı bir görkem yayılıyor her yana. Kloş eteği, belinde kısa ceketi, boynunun yanında bağlanmış fulârı ile Aliye Berger biri.
Bir şiirindeki,
“Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında” dizeleri ile;
veya “...Ben, benden evvel, daha evvel, evvelden evvel; benden sonra, daha sonra, daha sonradan sonra... Ya Rabbim ne kadar korkunç hesap...” cümleleri ile; 
ya da meşhur Bursa’da Zaman şiiri, Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı ile, evvelsiz ve sonrasız zaman’la hep bir hesaplaşma içinde olduğunu sezdiğim Ahmet Hamdi Tanpınar diğeri.
Bu leylâkî İstanbul gününün çok hoş tesadüfü, yola çıkarken yanıma aldığım kitabın, bir Tanpınar kitabı olması, kuşkusuz. Çayımı içerken, bir yandan çantamdan, “Hep Aynı Boşluk” isimli; onun sohbet, mektup, makale ve denemelerinden oluşan kitabını çıkarıyorum; gözlerim karşımdaki heykelinde, düşünüyorum: Belki de Tanpınar’ın zaman’ın ne içinde ne de dışında olamayış duygusunun tarifsizliği; zaman denilen sınırsızlığı bir türlü bir çerçeveye yerleştiremeyişinin, ona hükmedemeyişinin hazin iç çekişleri saklı o boşlukta. O, “Hep Aynı Boşluk” ta.
Adımlarım zamanın adımlarına karışıyor; kalkıp Galata Kulesi’ne doğru yürüyorum, günbatımını tepeden seyretmeye.