Ocak Günleri, Sabahın ilk Güllerini Derer Gibi


Nasıl şaşırıyorum! Ağva'da yılın ilk güneşinin, burundaki o sevimli deniz fenerinin üzerinden yükselişini seyredeli çoktan iki hafta olmuş. Güneşe doğru akan dalgalarla lâciverte boyanan martıları dinlemiştim uzun uzun ilk sabahın erden sessizliğinde. 
Birkaç gün önce başladı kar. Bahçeye bakan küçük odamın penceresinden dalgın seyrediyorum ara ara yağıp sonra durup soluklanan bu yumuşak, sevecen beyazlığı. İçeriye vuran kış sabahının fersiz aydınlığı dolaşıyor yüzümde. Düşünüyorum bir yandan. Hep böyle işte bu Ocaklar, yılın bu ilk ayı!.. 
Yaşamımda bir şeylerin, bir daha geri gelmemecesine çekip gittiğini duyumsuyorum: Mesalâ gardenyaların sadece "o âna" ait olan o kokusunu bir daha hiç duyamayacağımın ya da en serseri ruhumla kendimi sakınmadan, alabildiğine ıslanmaya bıraktığım o bahar sağanağındaki gibi bir daha asla öyle sırılsıklam olamayacağımın; kendi kokuları, renkleri, kendi sesleri ile canlanan, hiçbir vakit sıradanlaşmayan, birbirine benzemeyen perşembelerin, çarşambaların, yine kendi içlerine çekilerek yitip gideceğinin kederini yaşıyorum. 
Günlerim yakınlarımı, sevdiklerimi aramakla geçiyor yılın bu duru, taze vakitlerinde. İçimden taşan iyi dileklerimle dokunmak istiyorum dost gönüllere birer birer. 
Sabah kahvemi bile bitirmemiştim, içimin zembereği boşandı. Fırlayıverdim evden. Puslu düşüncelerimin karaltılarından kaçmak, belki henüz tamamen yitmemiş bir geçmişin köklerindeki derin, ağırbaşlı sakinliğe sığınmak istiyordum. Yaşanmış, bitmiş şeyler için bir avuntu arıyordum belki de. Kale'ye attım kendimi. Hâtıraları hafızasından insafsızca sökülüp alınmış bu mahzun şehirde, içime ulaşan bir yanı olmuştur buraların hep. 
Kale'den yokuş aşağı inen daracık Pirinç Sokak'ta, karşısında durup bir süre baktım çok sevdiğim, üç katlı, geniş avlulu güzelim Pirinç Han'a. İçerideki küçücük dükkânlarda, zarif işlemeli çekmecelerden, aynalı maun dolaplardan, aslan ayaklı ceviz masalardan, abanoz kutulardan, gül ağacı nadide çeyiz sandıklarından uzak zamanın gözleri ile bakan iğne oyalarında, dantel örtülerde, beyaz işlerde, içleri kıtıkla doldurulmuş, ipek elbiseli bez bebeklerde, sedef kakmalı el aynalarında, Yavuz Bey'in dükkânındaki taş plâktan hanın huzurlu avlusuna dingin bir su gibi dökülen mahur bestede, hepsinde eskilerde kalmış bir parçamı buluyordum. Sevgisi, yaşamımın bağrında ben fark etmeden serpilen, geçmişten kalma bir düşten şimdinin kıyılarına vurmuş bu mahallenin eğri büğrü sokaklarında, sözlerle yüklü sustum; suskunluğumla yürüdüm saatler boyunca. Acıtan soğuğa aldırmadım. Zaman vardı kulaklarımda, onu dinledim yalnızca. 
Kendine kendi kokularıyla, sesleriyle, kendi renkleriyle hayat veren, biricikliğinin tadını çıkaran günlerden biriydi bugün. Demek ki yitip gitseler de yenileri tekrar geleceklerdi içimi ışıtan sevgileriyle.