Çölün Kendikendineliğindeki Yalınlık


Akıp geçen günlerin, gecelerin, değişen mevsimlerin kendi kendine yaşandığı çöle vardığımda çoktan akşam olmuştu.
Bu kadar, hiç bu kadar yıldızı bir arada görmüş müydüm! Hem çok yakın, hem çok uzaktılar. Bir köprünün kemerinden eğilip, aşağıda yakamozlanan ırmağa bakıyordum sanki. Uzun uzun çölün dinginliğini dinledim. Ruhum soyunuyor, çıplaklaşıyordu.
Uyanır uyanmaz tenteyi araladım; Sahra'nın soğuk sabah yeli gezindi yüzümde, saçlarımda. Şafak söküyordu. Gündoğumunda sonsuzluk gibi uzayıp giden kum çavlanı, devedikeni öbekleri, narin çöl çiçekleri üzerlerine düşen yalımlarla kızarıyor, alazlanıyorlardı.
Durmadan değişen ışık ve gölgeler, izleri daha basar basmaz kaybolan sessiz adımlarım, güneşin develeri süsleyen peneslerdeki yansıları, zaman zaman hızlanan rüzgârla birbirlerinin sırtlarından ipek kumaş topları gibi süzülerek kayan kum tepeleri, bir nakkaşın maharetiyle işlenmişçesine kumu bezeyen yılankavi çizgiler, hepsi, lavi bir resimdeki rastgele mürekkep gölgelerinde sezebildiğim anlam yüklü gerçek dışılıklardı. Aykırı, yabanıl bir güzelliğin, artık kuşku duyamayacağım bir düşün ifadesiydiler.
Burada geçirdiğim zaman boyunca, “So Close, Son Far” dolaştı durdu zihnimde. Bir vakitler bıkmadan üst üste kim bilir kaç kez seyretmiştim Reza Mirkarimi’nin İran’ın Lut Çölü’nde çektiği, beni tarifsiz bir biçimde etkilemiş olan filmi.
Filmi seyrederken duyduklarım: Ruhumun soyunup çırılçıplak kalışıydı. Ve bu savunmasız ruhla benliğimin canımı acıtan yüzleşmesi. Tıpkı burada, Sahra’nın bu derin ıssızlığında olduğu gibi. 
Çölden ayrılırken usulca mırıldandım: “Aslında hiçbir sözcük Sahra’ya dair hislerimi dile getiremez.”