Gölge Etme Başka İhsan İstemez


Bir şehir, bir dil. Ve her şehir kendi dilinde anlatır öyküsünü.
Ilık bir güz günü. Öğle güneşinin kısalttığı gölgelerimin kalabalığında başıboş geziyorum. Dörtyol ağızlarına açılan caddelerin, çarşıların, balıkçı barınaklarının, pazar yerleri, mezarlıkların, sürekli değişen manzaranın ruhani dokunuşlarıyla imgesel uzamların kıyılarına savruluyorum. Aylak düş gücüm; söylenceler, tarihe düşülmüş bir söz, ölümün eşiğine çekilmiş çok eski insanların suskun çığlıklarıyla, beni bu liman kentinin bütün zamanlarında dolaştırıyor.
Uzak yolculuklara çağıran denizin, dört bin yıllık taş duvarlarda çınlayan sesi, hayallere sığmayan dev hayali ile kale ve içindeki zindan, tinlere nasıl derin bir ürküntü saldığını hiç bilmiyor. Hiçbir zaman bilmeyecek. Uğultular, tekinsiz karaltılarla şafağa doğru adsız bir alacakaranlıkta, demir parmaklıklarının ardında karabasanlara uyanıldığını hiç bilmedi, bilmiyor. Hiçbir zaman da bilmeyecek. Ve seyyah Evliya Çelebi’nin kendisinden: “Büyük ve korkunç bir kaledir. Üç yüz demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından on adam asılır nice nice azılı mahkumları vardır. Burçlarda gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, mahkum kaçırmak değil, kuş bile uçurtmazlar.” Diye bahsettiğini de hiç ama hiç bilmeyecek.
Evvel zaman içinde sonbaharlardan bir sonbahar. Yeni bir şehir. Konumlar, kesişmeler, tek yönlü yollar, çıkmaz sokaklar, U-dönüşleri, köşebaşları, birbirine karışan yosun ve balık kokuları, sakarmekelerin çığlıkları.
Kadim bir çağda medeniyetin içinde medeniyeti reddetmiş, medeniyetten uzak bir şekilde yaşamış kinik bir düşünürün, Diyojen’in fenerinin soluk aydınlığında bir sığınak, bir avuntu sanki Sinop benim için. İçime doğru aldığım yolda yeni bir durak, tatlı bir mola.
Gölge etme başka ihsan istemez, Dünya!