Güneş Kursunun İçinden Geçiyorum 3


Yazılıkaya, Boğazköy, Şapinuva
                                  Ninda-an ezzateni watarra ekutteni 
Yağmurun üşüttüğü bir sabah. Güneş dalıp dalıp çıkıyor bulutlara. Hava sümbül mavisi. Yollardayım. Yazılıkaya'ya gidiyorum; Hititlerin yeni yılı kutsadıkları görkemli açık hava tapınağına.
Çoluk çocuklarıyla birlikte Tuna bölgesi ya da Kafkaslar üzerinden geldikleri söylense de sonsuza dek bir bilmece olarak kalacak “Hititler nereden geldi?” sorusunun yanıtı. 
Kona kalka geçen o upuzun yolculuktan, o zorlu göçten sonra Kızılırmak'ın hayat bahşettiği Anadolu’nun anaç kucağına yerleşmişler. Bin tanrılı ülkelerinin başkentine de Hattuşa ismini vermişler.
“...Geçmişte yaşama sanatını henüz kimse  keşfetmedi...” der ya Borges; biz de bugün ancak onların güneşte kuruttukları, çokça da fırınlarda pişirerek hazırladıkları yazılı kil tabletlerden öğrenebiliyoruz yaşamlarını. Mektuplarını, dualarını, adak törenlerini, hayatlarını düzenleyen yasalarını... 
Ninda -an ezzateni watarra ekutteni: Hiçbir şeyden yoksun kalma; yiyecek ekmeğin, içecek suyun olsun.
Bu içimi ısıtan hoş temenni cümlesi, dil bilimci Bedrich Hrozny’in,  anlamını, Hint-Avrupa dil ailesinin bilgileri ışığında çözebildiği, Hitit dilindeki ilk cümle imiş.
Belleğim beni yanıltmıyorsa çok önceleri Cevdet Anday okumalarımdan birinde rastlamıştım bu cümleye ilkin. Şimdi yağmurla güneşin delice oynaştığı göğün altındaki bin tanrılı ülkenin rüzgârı fısıldıyor o duayı kulağıma, tapınağı gezerken: “Ekmek ye su iç”
Sevmişler, sevişmişler, doğurmuşlar, dolgun memelerinin sütleriyle besleyip büyütmüşler çocuklarını. Üzümün, arpanın vatanında şarapla, birayla kutlamışlar düğün derneklerini. Kanlı aile kavgalarına tutuşmuşlar iktidar için. Düşmanlarıyla çarpışmışlar; ölmüşler, öldürmüşler. Kral ve kraliçeleri vergi olarak on iki mina ve yirmi şekel altın, otuz şekel ağırlığında birer altın kupa, keten bezinden giysiler, yüz şekel mavi erguvan renkli yün ve kırmızı mor renkli yün toplamış savaşta yendikleri ülkelerden. Altarlarda armağanlar sunmuşlar tanrılarına.
Kimsenin geçmediği, hem yabancı hem bildik sokaklarda dolaşıyorum. Taş avluları ışıtan güneş kursunun içinden geçiyorum. Düşüncelerimin, hissedişlerimin derinliklerinde kayboluyorum yürürken.
 Ve nihayet kutsal dağlar Arnuvanda ve Ammuna’nın tepelerinde kıpkızıl yanan günbatımını taşıyor Vuruşemu sırtında şimdi. Giderek gölgeleniyor duvarlar, kabartmalar, taşlar, papatyalar. Hiçbir şeyin söylenmediği ama her şeyin işitildiği bir yer tapınak, günün bu vakitlerinde.
Tanrıların, tanrıçaların yontusuna dönüşüyor zaman. Bu ilahi döngü beni lâl ediyor. Ayrılıyorum, lakin Yazılıkaya’nın büyüsü bende kalıyor.
Közde demlenmiş bir bardak çay ile bir sigara içimlik mola veriyorum; konuğu oluyorum Boğazköy’ün.
İlerde, Maraşantiya ırmağında sular ürperiyor, akşam oluyor usulca. Kim bilir bu kaçıncı akşamı bu toprakların? Kim, kim bilir?..