İzler, Suretler
Bir tepeden baktığımda, buzlu beyaz havanın içinde sararmış eski bir resim gibi görünüyordu Fes.
Aşağıda, insanı girişten alıp, pamuğun, ipeğin, bakırın, derinin işlendiği zanaatkârlar çarşısına götüren kemerli kapının açıldığı eski şehrin eğri büğrü sokaklarında uzam ve zaman duygumu bütünüyle yitirmiştim. Yalnızca, düzensiz aralıklardan sızıp, duvarlar boyunca yavaş yavaş gezinen, meydandaki ihtiyar ağacın yumuşak gölgelerini asırların adımlarıyla aşınıp perdahlanmış taşlığa düşüren taze ışıkla bir kuşluk vaktinin içinde olduğumu sezebiliyordum.
Örslere inen çekiçlerin, küçük ve yarı aydınlık dükkânlardan dışarı taşan tilavetin ördüğü makamsal sesler medinanın, düşüncelere dalmış sessizliğiydi. Bir tenhaya ilişip, bir zaman dinlendim bu tefekkür dolu sessizliği.
Bir nehir gibi ilerleyen kalabalıkta sadece ben ve medina. Yalnızız. Bir süreliğine ödünç alınmış bir hayatı hesapsız kitapsız bir başıboşlukla yaşıyorum.
Ateşe oturtulmuş kazanlarda yıldız parıltılarıyla boyanan kumaşların, iplik çilelerinin üzerinden yükselen kesif buharın, ötede beride kırmızı, mor, mavi damlacıkların simyası ile başım dönmüştü.
Boyalı suların akıp gidebilmesi için ortalarına eğim verilmiş, dehlizi andıran taş yollar, sayısız kederin, sevinçlerin, düğünlerin, acıların sıcağına örtülmüş demir tokmaklı işlemeli kapılar, genzimi yakan kokusuyla tabakhane, geçmişin sığınağında öylece kalakalmışlardı. Ve sanki her şey bu âna ertelenmişti. Şimdi burada her ne varsa bu kuşluk vaktinde benimle yeniden dirim buluyordu.
İlkin bir tepeden gözlerime sararmış eski bir resim gibi dolan medina, kendi suretlerini içinde sonsuz tekrarlayan ve her bir sureti aslından farksız bir şehir olmalı diye düşünüyorum Fes’ten ayrılırken.
İkindileyin Meknes’e doğru yola koyuldum. Dağlarla birlikte gidiyordum. Atlaslar. Uzaklarda günbatımının alacasına silik kavisler çizen orta ve yüksek Atlaslar. Eteklerindeki Berberi köyleri, cılız bir suyun kıyısında küçük kaya parçalarına çömelmiş çamaşır yıkayan kadınlar...
Akşam beni Meknes’te kucakladı.