Kadim Buğdayın Güzü


Adı konmadan yaşanan bir iç serüveni bu. Bir vakti damıtmak gibi bir şey.
Göğün mavi sabrını, buğdayın bu topraklardaki tarihsizliğini, tersinmez zamanın zincirlerinden kurtulduğumu duyumsuyorum; gündelik hayatın telâşesini kuşatan imgesel boşluktaki uzak sesler, silik karaltılar, geçmişin ve geleceğin bir aradalığı hayal denizimi dalgalandırıyorlar asırların içinden geçmiş Sille’de, Karaman’da, Konya’da. 
Ovada güneş iyice alçaldı. Şimdi, çiftlik evini çevreleyen kağşamış duvara oturmuş, elma ağaçlarının serin esintiyle ürperişlerini seyrederken yazdığım bu kelimeler, bu satırlar sanki mürekkebi yer yer dağılmış, eski bir mektuba aitmiş gibiler. Oysa, çoktan başlamış bir geleceğin içindeyiz hepimiz.
Yarın dirim, bir kez daha açıkta, oracıkta, gökle buğdayın bitiştiği yerde, ufuktan uç verip yeniden yeşerecek.
Bilmiyorum, kaçıncı güzü bu, buğdayın? Ben kaç yaşındayım? Buğday kaç yaşında? Kaç kereler yaşlandık biz? Buğday, buğday ne hissediyor?
Var olduğumuzu, zamanın birer parçası olarak yaşadığımızı anlatan bir hikâye okuyorum buğdaya.
Başlarımızın üzerinden kayıtsızca süzülüp gidiyor akşam. Buğday ve ben birlikte uğurluyoruz onu.