Kuzeyli Ada İrlanda' da ilk iki günüm
Kuzeyli Ada İrlanda' da ilk iki günüm ve Dublin
Uçak adaya doğru alçalırken , içimde nedense soğuk denizlerin ortasında terkedilmiş, yapayalnız bir kara parçası hissi uyandıran İrlanda' yı gezmeye Dublin' den başlıyorum, ne var ki şehre adımımı atar atmaz çok şaşırıyorum zira sokaklar kıpır kıpır, kalabalık. Şehir merkezi boyunca Dublin Koyu 'na kadar doğu-batı istikametinde akan Liffey Irmağı, arnavut kaldırımlı sokaklarında sağlı sollu yanyana dizilmiş İrlanda hikâyelerini ve söylencelerini konu alan temalı pubları ve barları ile Temple Bar bölgesi, alış veriş mekânı Grafton caddesi, Trinity College ( Dublin Üniversitesi), Generale Post Office ( Posta Binası) - ki şimdi müze olarak hizmet veriyor- , göğü kolay kolay gecenin siyahına teslim olmayan , geceyi çok geç saatlere kadar müzik ve eğlence ile yaşayan Dublin' in belli başlı simgelerinden.
Adanın tarihi çok eskilere uzanıyor. MÖ altıncı yüzyıl dolaylarında Keltler, 795 'ten itibaren de Vikingler geliyor adaya . 1169 ' da Anglonormanlar' ın gelişi ile birlikte İrlanda bağımsızlığını kazanana dek İngiltere-İrlanda mücadelesine sahne oluyor bu topraklar. Irlandalılar İngilizlere karşı öfke dolu; publarda çalıp söyledikleri ulusal şarkılarının çoğunda bu öfkeyi okumak mümkün.
Edebiyat açısından her zaman zengin olmuş Dublin . Nobel Ödülü kazanmış üç yazarın ( Yeats, Shaw, Beckett) birden çıktığı tek şehir. Modern edebiyatın ustalarından Joyce, izlerini her yerde görebileceğimiz Ullysses'de kurduğu dünya için Dublin' den ilham almış.Liffey Irmağı boyunca dalgın dalgın yürürken daha birkaç ay önce okuduğum Joyce'un Dublinliler kitabından kimi bölümler canlanıyor belleğimde ve gülümsüyorum.
Dublin genç bir kent , İrlanda nüfusunun neredeyse yarısının yirmi beş yaşın altında olduğunu yazıyor kaynaklar.
Yukarıda sözünü ettiğim Temple Bar kentin eski yüzü; 18. yüzyıldan kalma bölgenin bir kısmı yalnızca yayalara açık. Sanatçılar ve müzisyenlerle şenleniyor eski tarihi sokaklar. Sıklıkla galerilere ,sanat atölyelerine rastlıyorum yürürken.Neşeli güleç insanlara martılar eşlik ediyor, öylesine alışmışlar ki çevreden önlerine atılan yiyecekleri yemeye ; pervasızca dolaşıyorlar etrafta .
Siyah biranın su gibi tüketildiği bu şen şakrak kente iki günün sonunda veda edip adanın batı yakasına doğru yola koyuluyorum. Yeşil doğa bir ırmak gibi çağıldıyor yolun her iki yanında .Yapılaşma hırsının gazabına uğramamış bâkir yeşillik derin bir huzur duygusu bahşediyor insana. Doğanın içinde akıp giderken küçücük yerleşim bölgeleri şatafatsız ,yalın, tek katlı evleri ile gülümsüyorlar .Yol kenarlarında baygın renkli bakışlarıyla ortancalar ve sonsuzca uzanan çayırlarda otlayan koyunlar , inekler ...Sanırım en çok onlar tadını çıkarıyor bu eşsiz doğanın .
İrlanda sürekli yağış alan bir ada değil. Buranın iklimini en güzel tanımlayacak olan sözcük
" Değişkenlik" olmalı ; aydınlıktan karanlığa , güneş ışığından sağanak yağışa ani geçişler adanın büyüsünün bir parçası.Bulutlu ada ile güneşli ada sanki iki bambaşka kara parçası; renkler değişiyor , açık yeşiller birden koyulaşıveriyor, pembemsi dağ tepeleri aniden mora çalıyor ve bu büyülü değişim sürüp gidiyor gün boyunca.
Atlas Okyanusu' na merhaba demeden önce en az Dublin kadar neşeli, hareketli ve coşkulu kalabalığı ile beni yine şaşırtan Killarney ' de mola veriyorum, üzerimde Dublin'in tatlı yorgunluğunu hissediyorum bu şirin kente vardığımda.