Sagalassos...Sanrılar...Karışan zamanlar...


Elif reçellerini tatmam konusunda oldukça ısrarcıydı. Onu kıramadım. Oysa iki hadi bilemedin üç bardak çay, bir parça peynir-ekmek zengin kahvaltıydı benim için.
Onun küçücük tabaklara reçellerini bin bir özenle koyuşunu beklerken Edgü'nün Yitik Gün öyküsünü okudum. Düş-gerçek gelgitleri, düşle düşün içindeki gerçeği arama çabaları, düşü görünür kılabilme arzusunun yakıcılığı...Hayli etkilemişti öykü beni.
Çayımın son yudumundan sonra kadim kent Sagalassos'a doğru yollara revan oldum içimin olanca heyecanı ile Binbeşyüz rakımlı doruklara kıvrıla büküle tırmandım.
Bu ihtiyar şehrin tılsımlı dünyasında belki de Edgü'nün öyküsünün etkisi ile kentin o çok uzak geçmişini şimdi ‘ye taşıyabilme düşü kıskıvrak yakalayıvermişti benliğimi.
Geçmişin ağaçların arasından dolana dolana geldiğini duydum aksak adımlarıyla. Şehrin gürültüsü, satıcıların sesleri, konuşmalar, gülüşmeler zamanın derin kuyusundan taşıyor, oradan oraya savruluyor, dağların eteklerindeki vadide kırmızı birer benek gibi görünen damlara çarpıyor, yol kenarlarındaki lâvantaların moru ile boyanıyor, bezekli mermer sütunların tepelerinden çağıldayan suyun sesine karışıp delice yankıyordu. Gök ise bulutsuzdu, bir fanus gibiydi âdeta şehrin üzerinde. Ama sonra ne olduysa, ardında belli belirsiz sesler bırakarak gidiverdi ansızın geçmiş. Öyle şaşkındım ki daldım, bakakaldım peşinden bir süre.
Amfi tiyatronun iri taş basamaklarından sendeleyerek, güçlükle inebildim aşağıya. Pembeli, sarılı dikensi çiçeklerin arasından bir hayalet gibi süzüldüm çıkışa doğru. Kapıdaki çeşmede buz gibi kaynak suyu ile yıkadım yüzümü, ellerimi. Ama tuhaf bir biçimde hâlâ ayırdına varamıyordum: Üzerime bir fanus gibi kapanan bu bulutsuz, kıpırtısız gök hangi zamanın göğüydü, hangi zamanda gezmiştim ben bu yaşlı Sagalassos kentini!?..