Saksıda Filizlenen Çiçek Soğanları
Gelip geçen günlerin, gecelerin, değişen havanın, mevsimlerin hızından kaçmak istiyordum belki. Ya da kendime, yaşamı oluşturan ufak mutlulukları, sıradan zevkleri, zamanı zarifçe işleyen, onu anlamlandıran küçücük şeyleri hatırlatmak istiyordum. Sabahları çiçek toplamak mesela, sonra onları evde bir vazoya yerleştirmek; bir önceki gün pazardan alınmış taze cevizleri ayıklayıp, kış şekerlemeleri için kavanozlara doldurmak; çok sevdiğim birini düşünüp gülümsediğimi hissetmek; çekmecelerdeki eski aile fotoğraflarını çerçeveletip boş duvarlarıma asmak mesela. Hayatlarımıza dokunan o incecik ayrıntılar işte.
Kırlarda ilk kırmızı gelincikler açmıştı. Yaz yaklaşıyordu.
Pencere pervazında, gagası kuyruğunda, başını göğsüne yummuş bir güvercin gibi önümde uzanan denizin kıyısına kıvrıldım. Islak kayalara değen ve anbean değişen gün ışığının yosunlarda çağanozlar gibi dolanışını seyrettim. Ne kadar oturdum orada? Bilmiyorum. Zamanımı kaybetmiştim. Yoktu artık o.
Açıklarda ağır ağır yol alan gemi, üzüm bağları, keçiler, defne ve zeytin ağaçları, çan sesleri, amber çiçekleri, yaz sağanağında ıslanan ben, koyu maviye boyanmış bir sessizliğin resmiydik. Bir ânı ve onun sonsuzluğunu yakalayan bir resim. Çocuk kitaplarındaki resimler gibi tıpkı.
Kalkıp iskeleye doğru yürüdüm. Hâlâ bulutlu olan göğe baktım. Balıkçıllar mıydı onlar, köylerin üzerlerinden süzülen beyaz lekeler? Nereye gidiyorlardı? Günbatımına, günü yatırmaya mı?
Uçmakdere, Hoşköy, Güzelköy, Şenköy, Şarköy, Mürefte; sahil boyunca ayrı birer dünya hepsi de.
‘Miryofiton’un anlamı binbirbağ imiş Rum dilinde. Bizse Mürefte demişiz.
Mürefte... Bir kelime her zaman bir bütüne doğru tamamlanmayan bir yolculuktur.
Mürefte’de gökkuşağından eğilip baktım yeryüzüne. Geçip giden günlere, gecelere, değişen mevsimlere. Sebepsiz mutlulukları, küçük şeyleri, sıradan zevkleri hatırladım.