Her şey daireseldi. İnsana ait tüm hissedişler. Duygular: Aşklar, ihtiraslar, pişmanlıklar, tutkular, üzüntüler, sevinçler... İnsanın ruhunu var eden her ne varsa Mobius Şeridi'nde ya da Mobius Şeridi'nin tuhaf, şaşırtıcı özelliklerini taşıyan Klein Şişesi'nde sonsuz çevrimlerle dönüp-dolaşıp, her defasında yine ve yine aynı yere gelenler...
11 kasımda, düşüncelerimden hiç çıkmayan
"Bunlar" ı bir kere daha evirip çevirdim usumda: Bert Traumann 1923-2013, W. Shakespeare 1564-1616, Can Yücel 1926 - 1999 ile.
Arapça sözcüklerle -veraset, intikal- karşıma dikilen, babamdan sonra yapmam gereken soğuk yüzlü, acıtan işlemlerin tatsız yorgunluğunu aylak bir izleyişle çıkarmaya çalışıyordum. Suyun Seferi'nde, Can Baba'nın Datça'daki Canevi'nde, daha önce oluşturulmuş, yaklaşık beşbin kitaplık bir kütüphanede edebiyata düşkün, okumaya hevesli, kitaplara dost gençlerin fikirsel ve düşünsel sohbetlerini, bu mevcut kütüphaneye gerçek anlamda bir kütüphane kimliği kazandırma çabalarını izliyordum. Arada muhteşem görüntülere eşlik edip, o görüntülere derin derin bir ruh kazandıran Can Baba'nın tok sesinden şiirler... Ve nihayet Shakespeare' in 66.sonet'si ile 16. yüzyıl ve günümüz arasında kendiliğinden kurulan "İnsan", "Duygu" köprüsünden ilerliyordum. Süt gibi uysal Datça denizinde, asırların içinden geçip ama asla kaybolmayan, var olmaya devam eden şairlerin kalemindeki büyü ile keyifleniyordum günbatımının gelincik şerbetinde.
Yücel 66. Sonet'yi öyle, ama öyle Türkçe, öyle bizden, öylesine bizim kılmıştı ki! Ve Aradan geçen asırlara aldırmadan dönüyor, dönüyor, dönüyordu Mobius Şeridi'nin, Klein Şişesi'nin sonsuz çevirimlerinde insana ait olanlar hiçbir değişikliğe uğramadan.
Shakespeare Sonnet'leri Talât Sait Halman çevirisi ile mevcuttu kitaplığımda. Ama Yücel 'in kendine özgülüğündeki yorumu ile çevirdiği 66. Sonnet'de bütün samimiyetimle itiraf etmeliyim bambaşka bir bana aitlik, bambaşka bir sahicilik yakalıyordum.
Uyuyamamıştım. Çoktan gece yarısını geçmiş, mahcup, erden aydınlığa çevirmişti zaman yüzünü. Kalktım. Sabahlığıma sıkıca sarındım. Sabaha karşının soğuğunda üşümüştü ev. Bert Traumann'nın hayatını izledim bu defa. İkinci Dünya Savaşının duyguları zalimce yoksullaştıran yıkımı, insanların kendilerine bile yabancılaşması... Ama o sapa, o çıkmaz köşe başında bile umulmayan bir aşk tomurcuklanması içimi bahara çevirmişti. Aşk ve insanlar ve duygular, insanlarla var olan, onları var eden güçlü insanî duygular. Hepsi ne kadar dairesel! Sonsuz ve asla değişmeyen çevirimleri ile Mobius Şeridi'nin ya da Klein Şişesi' in kıvrımlarında dönüp duruyorlar.
Artık iyice sabahtı. Gün doğmuştu. Yatağa uzandığımda mutlu, biraz da yorgundum. Düşünmek istediğim neydi peki?
Ah bu "Déjà vécu"ler nasıl aklımı başımdan alıyor her seferinde!.. Yine ne çok şaşırmıştım Traumann, Shakespeare ve Yücel ile.