19 Ocak
Nadasa bırakılmış tarlalara benzetiyorum hayatlarımızı. Bu bir türlü alışamadığım tuhaf durağanlıkta zamanımın büyük kısmı ya okuyarak ya da bir şeyler karalayarak geçiyor. Sanki günler içiçe girmiş, sanki hiçbir belirgin özellikleri yok günlerin.
Ve ben, kendi renkleri, kendi kokuları ile çıkıp geliveren perşembeleri, çarşambaları, iri gövdeli çınarların gölgelediği meydanların huzurlu serinliğini, bahçelerin eylül yorgunluğunu, telâşlı kalabalıkları, çakıl taşlarının, boş sardalya kutularının, kurumaya bırakılmış balık ağlarının ardındaki mavi bir sümbül tarlasını andıran kıpırtısız yaz denizini yaşıyorum bütün yazdıklarımda ve okuduklarımda. Her tümce bana farklı bir yaşam, farklı bir iklim özetliyor; beni o yaşama tanık olmaya, o iklimi tenimde hissetmeye çağırıyor.
İsmine önce Tomris Uyar 'ın bir kitabında daha sonra da bir edebiyat dergisinin kitap önerileri sayfasında rastladığım, yirminci yüzyılın kadın yazarlarından Jean Rhys ile "Dörtlü" romanı vasıtasıyla tanıştım bu aralar; ilk kitabı imiş ama mekân ve kişilik çözümlemelerindeki incelikli tasvirlerinin ustalığı bende derin bir hayranlık oluşturdu bu kadına karşı.
Bir önceki gece ise ay masalları vakitlerimde okuyup çocuksu bir mutlulukla uykuya daldığım Mark Twain'den Tom Sawyer'ın Maceraları'nı bitirdim.
Bu içiçe geçmiş, kendine özgülükleri olmayan, tekdüze zamanlarda kâh Mississippi'nin baharda azgınlaşan sularında, kâh sumak çalılıklarında yara-bere içinde, kimi gün tekinsiz mağaralarda define peşinde, ya da ölü bir kedi ile gece ıssız mezarlıkta korkudan beti benzi atmış bir hâlde ,kimi büyümeye özenip tütün içen, cepleri evden aşırılmış çöreklerle dolu haşarı kızı, o içime gizlenmiş yaramazı Tom Sawyer'la birlikte bitmesini hiç ama hiç istemediğim pek çok maceraya sürükledim geceler boyunca.
İkinci kez yine büyük bir zevkle izledim ve sıkılmadan defalarca daha izleyebileceğim bir yapımdı.1600'lü yılların ortalarında Hollanda altın çağını yaşıyor. Ressam Vermeer en ünlü eseri olan İnci Küpeli Kız'ı yaratıyor, hizmetçisini resmediyor tuvalinde.
O devri mükemmelen canlandıran sahneler birer görsel şölendi. Yeryüzünde insan eliyle yaratılmış bütün güzelliklerin yanı sıra dünya döndükçe değişmeyecek olan tek şeyin, insanın çirkin yüzünün, çirkin, kirli ilişkilerinin resmi de çiziliyor filmde. Yani "Batı Cephesinde Yeni bir Şey Yok" yüzyıllardan bu yana.
Sahi bir ay sonra cemreler birbiri ardına düşecek. Bir alaycı kuşun, pencereme pervâsızca sokulmuş süs eriğine üşümeden, keyifle tüneyişini, komşu ağaçlardaki kuşların ötüşlerini taklit edişini, bir alakarganın yalım gibi hızlıca yükselip bulutları haylazca dağıtırken eğlenişini, açık yeşil elbiselerinin içindeki sevimli tırtılların çiy ıslağı, körpecik yapraklar üzerinde büklümlenerek neşeyle ilerleyişlerini, siyah benekli uğur böceğinin ağacın en tepesine tırmanışındaki obur gayretini, taze, serin, bebe ağızlı şafakların söküşünü düşleyerek yumuyorum gözlerimi geceye,20 Ocak sabahını karşılamaya.
Tevekkeli, "Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk." diye boşuna dememiş şair!..