Borges'in Gözleriyle Bakmak


Ağustos sıcağı daha dün ikindileyin uysallaşmıştı. Akşam başlayan yağmurun sakin ve düzenli sesini dinledim gece boyunca. 
Beni daima şaşırtan, hayrete düşüren Borges ile dalmışım. Sabah ıpıslak bir Ankara’ya uyandım. 
Borges, Delia Elena San Marco ile Once'nin köşelerinden birinde vedalaşır. Dönüp bir süre bakar ardından. Delia Elena karşı kaldırımdan zarifçe el sallar, “hoşça kal” der ve uzaklaşır. 
Aralarından insanlar, arabalar sel gibi akmaktadır, herhangi bir akşamüstüdür. Bir daha birbirlerini görmezler ve bir yıl sonra Delia Elena ölür.
O akşamüstü aralarından akan selin bir hüzünlü Akheron* olduğunu, o sıradan vedalaşmanın ardında sonsuz bir ayrılık olacağını nereden bilebileceğini düşünür Borges. 
Gün, ay, yıl, hafta diye bölümleyip adlandırdığımız, sayılabilir kılmaya çalıştığımız, ne bitişi ne başlangıcı olan süreğenlikte yaşıyoruz, ölüyoruz. Bedenin ölümünde ruh ne oluyor? Eğer ruhlar ölmüyorsa vedalaşmanın ne önemi olabilirdi? “Hoşça kal” demek ayrılığı yadsımak, tanımamak demek miydi, yani bugün ayrılığı oynuyoruz ama yarın görüşeceğiz.
“Bir gün” diyor Borges, “Delia (kim bilir hangi nehrin yakasında?) o gerçek olmayan konuşmaya yeniden başlayacağız ve kendimize... Borges ve Delia olup olmadığımızı soracağız.”
Sıradan vedalaşmalarımı düşünüyorum birden; ardında sonsuz bir ayrılık olup olmadığını bilmeksizin, bir sonraki gün görüşeceğimiz umudu ile “hoşça kal” demelerimi...
*Akheron: Antik Yunan’da mitolojide, yeraltı dünyasının, cehennemin ırmağıdır.
Kaçınılmaz karanlığa doğru
Elli altı yaşında karanlığa teslim olduğu, kaçınılmaz kalıtsal körlüğüne doğru tuhaf yolculuğunda, yavaş yavaş muhteşem evren onu terk etmeye başlamıştır. İnatçı bir sis elinin çizgilerini siliyor, gecenin yıldızlarından yoksun kalıyor. Her şey uzaklaşıyor, silikleşiyordu giderek. Günleri, geceleri bu korkulu çaresizlik içinde geçerken, bir sabah uyandığında şaşırmaz hiç Borges. Çünkü bu defa, korku ve merakla beklediği karanlığa mahkûmiyetinin gerçekleşmiş olduğunu hissetmiştir. İşte o vakit belleğinin ürkütücü derinliklerinden unuttuğu bir anısını çıkarır. Pırıl pırıldır, yağmurla ıslanmış bir çakıl taşı gibi parlaktır anısı. Düşünür yine her zamanki gibi ve sorar kendine: Hiçbir zaman rüyalarının dışında hiçbir şey görmemiş miydi yoksa!
İki gece önceydi, Majid Majidi’nin, özgün adı Rang-e-Khoda olan (Tanrı’nın rengi) filmini seyrettim. İçinde hep bir duygu ve düşünce derinliği taşıyan hemen bütün İran yapımlarında olduğu gibiydi bu film de. Çevresini dokunarak, duyarak, koklayarak tanımaya çalışan, doğuştan kör küçük Muhammed’in, hayatı gönül gözü ile yaşayışının öyküsüydü.
Gerek şiirleri gerek denemeleri olsun, onu her okuyuşumda, olaylara bakışındaki farklılığa, konuları feylesofça ele alışına derin bir hayranlık duyduğum Borges ile bambaşka topraklarda, bambaşka bir zaman diliminde yaşayan küçük Muhammed, ilkyazı andıran bu yağmurlu pazar sabahında bana bu yazıyı yazdırdılar.