Bu Bahar Papatyaların Sarısı Solgun Olacak


Bitmemiş dağınık bir yazı taslağı karaladıklarım. Bir iç konuşma. Bilinç akışı.
Ne, zaman eskisi siyah beyaz fotoğraflar, ne resim, ne sanrı; çırılçıplak bir gerçek gözlerime dolan.
“İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.” Der Márquez. 
Bilmem, bu günlerden hatırladıklarımı yazmak ister miyim çok sonraları? Anlatmak için hatırlamak ister miyim bu hazin dağılışı?
Bir kır kahvesinde, kapatılmış bir falın fincanında;
Çiçeksi dikenlerle örtülü gölgeliksiz kırlarda;
Günbatımı alacası kumsal boyunca deniz minareleri toplarken;
Bir sundurmanın altında yağmuru seyrederken;
Bir şeyler söylerken;
Okurken;
Mor kadife koltukta kıvrılıp uyuklarken;
Yarılanıyorum hep, hep yarım kalıyorum. Sonra ardından devinimsiz duruk bir zaman parçacığı asılıp kalıyor bildik zamana. Bildik zaman anlamını yitiriyor.
Bir ismi var mıydı, neydi, kim bilir? Öyle ürkek ki pekmezköpüğü bakışları! Henüz daha yavru. Hatay’da başına çöken barınağının enkazından kurtarmışlar onu.
Ufacık bir gürültü, biraz telaşlı bir adım sesiyle hemen irkiliveriyor. Kulakları dikiliyor. Siniyor. Buğulu, bulanık bir korkunun gölgesi geçiyor küçümen neşesinden o ânlarda.
Uzun uzun yürüyoruz birlikte. Simit kırıntıları toplayan güvercinleri kovalıyoruz, peşlerinden koşuyoruz soluk soluğa. Bir açılıp bir kapanan kış göğünü, bulutların arasından ipildeyen güneşi seyrediyoruz ağaç tepelerinde. Bir acının kıyısından enginlere açılmaya çabalıyoruz. İyileşmeye çalışıyoruz ikimiz de.