Düldülümün Kışlık Pabuçları ve Daha Bir Sürü Bir Şey
Erken mi gelmişti geçen yıl yoksa ben mi geç kalmıştım kışa? Tozuyan incecik bir kar, bıçkın bir ayaz, önümde uzayıp giden araba sırası. Üşüye titreye beklemiştim düldülün kışlık pabuçlarının giydirilmesini. Oysa bu defa tümden sarıya boyanmış bir sonbahar resminin içindeyim. Tek bir bulutun yanı başından hurdalıklara, iri motor yağı lekeleri ile koyulaşmış sokaklara yığılıyor çekinik güz güneşi.
Tabelaları okuyorum dolaşıp vakit geçirmeye çalışırken. Birininki Yeni Umut. Eskisini tüketmiş, yitirmiş olmalı, yenisine bel bağlamış anlaşılan ismi koyan. King of the Kings, (Kralların kralı) nasıl derin bir tezat oluşturuyor bu kudretli isim sanayinin kırık döküklüğü, çıplak yoksulluğu ile. En çok da “Kardeşler” çarpıyor gözüme. Şahin Kardeşler, Yılmaz Kardeşler, Çalışkan Kardeşler... Hayatın ağır yüküne omuz omuza vererek karşı durabilmenin adı sanki.
Yüzüne yürüyen alacalı ergenlik pembesinden hangi isyanın gölgesi geçiyor kim bilir; sertçe gaza yükleniyor çırak. Külüstürün burnu havaya fırlıyor birden. Güvercinler havalanıyor, köpekler havlıyor, bir kuytuya savruluyorum. Acı bir lastik kokusu. İşte o an ansıyorum:
“İşim mi?.. Eh işte...” Bu kekremsi cümleyle başlıyordu. Önceleri dedesinin işiymiş. Sonra da babasının. Atlı arabaların, kamyonların ahşaptan kasalarını yeşiller, sarılar, masmavi göller, akarsular, dağlar, kuğular, karanfillerle bezeyen yeni yetmeyi anlatıyordu Adalet Ağaoğlu “Karanfilsiz”de.
“Küçük bir işmiş. Önemsiz bir iş!..” O, gülleri, nilüferleri açtıramazdı hiç. Masmavi göller yaldızlanmazdı. Tepsi gibi bir ay hiç doğmazdı akşamlarına dağ başlarından. Çağıldamazdı ırmakları.
Kentin bu köşesinde, su gibi kendi içinden kaynayıp akan bu dünyayı ince hüzünleri, kırılmışlıkları, ezilmişlikleri ile orada bırakıyorum. Ayrılıyorum oradan. Bir yığın şey var aklımda giderken, hepsi de çok acıtıyorlar beni.
77 Yılının unutulmazı o sevda, o nakışlı, işli kamyon değil mi!..