Gelmez günlerde saklı


Açıklı-koyulu turuncumsu pembeler, çuha çiçeğinin alacası, leylâki, mercan işlemeli, ebrulî bulutlar, sütliman mavi. Hâsılı ressamın fırçasındaki renk cümbüşünün içinde kucaklaşıp öpüşüyor denizle ufuk. Bir vapur düdüğünün peşinde silik beyaz benekler gibi uzaklarda neşeli martılar. Sabahın körpe aydınlığı çoktan gelip yaslanmış pencereme. Karşı çatılara dalıyor gözlerim, çocukluğumun tahtaboşlarını hatırlıyorum  birden. Ah nasıl da parlardı güneş çinkosunda, nasıl da gözümü alırdı...
Sabah göğü kadar taze sokaklar, samimi, insan canlısı mahalleler sütçünün, salepçinin, zerzevatçının, börekçinin, koşuşturan erkenci adımların sesine uyanıyor.
Limonlukların, kış bahçelerinin, fıstık çamlarının, buğulu mor leylâk salkımlarının İstanbul’undaki Boğaziçi Mehtap’larını anlatıyordu bana dün gece Selim İleri tatlı tatlı. Kuğu boynu gibi zarifçe uzanan Boğaz'ın iki yakasında kıyı boyunca süzülen, yakamozlarla yaldızlanmış kayıkların hayâli; sâzendelerin, ahşabı nakışlı yalılarda, ay'la yıkanmış zümrüt tepelerde çınlayan mâhur, hicâz, hüzzam şarkılarının hoş sâdâları ile mest olarak dalıvermiştim uykuya.
Günümün hatırlı ilk kahvesinde, narin, endamlı, bâkir çıplaklığının içindeki mahcup İstanbul'u sayıklıyorum hâlâ. 
Yağmuru, lôdosu, poyrazı, göğünün şuh huysuzluğu, sesleri, renkleri, atları bir başka şimdi; kendine bile yabancı deniz yüzlü, erguvan nefesli eski İstanbul.
Bir sokak eski bir sokağı arıyor köşe bucak, manolyalar sere serpe bahçelerini, alımlı, mağrur tepeler fıstık çamlarını özlüyor. Şiirler, şarkılar hülyâlı İstanbul'u soruyor önüne gelene. 
Sapa bir yerde kalmış mavi aşk, artık gelmez günlerde saklı. Gözlerimde eski İstanbul'un gözleri var.