Kuşların Göç Yollarında...
Kuşların Göç Yollarında Mevsimler Değişiyor
John Berger'in bazı cümleleri belirir gibi oluyor zihnimde. Şimdi bunları yazarken, hatırlamak istediğim o cümleleri, onun Sanatla Direniş kitabında buldum işte:
“...Bir dostla istasyona gitmenin ve trenin onu götürmesini seyretmenin nasıl bir his verdiğini bilmeyen var mıdır? Peron boyunca yürüyüp şehre dönerken, az önce gitmiş olan kişi çok daha fazla, çok daha mutlak bir şekilde yanınızdadır, trene binmeden önce ona sarıldığınız andan çok daha fazla. Belki de vedalaşırken birbirimize sarılmamızın sebebi budur -birisi gittiğinde kendimize saklamak istediğimiz şeyi kollarımıza almak...”
Sıradan vedalaşmalarımızdaki gibi ebedi ayrılıklarımızda da kendimize saklamak istediğimizi son bir defa daha kollarımıza almaz mıyız?
Yaşsız sanırdım onu; doksan ikisinde bile. Öncesiz, sonrasızdı sanki. Herhangi bir zamana ait olmayan biri. Ama o, geleceğe daima güvenir, geleceğin en iyi günleri getireceğine inanırdı.
Çalışma odamda eski defterlerimi ve albümlerimi sakladığım dolabımın üstündeki fotoğrafında, bilmem neden, Moda Burnu’nda ayaklarının dibine uzanan, kül rengi dalgalarla yarılmış hırçın bir lodos denizi hayal ediyorum. Oysa, uzak yıllarda bir mahalle fotoğrafçısında çekilmiş belli ki.
Başımı satırlarımdan her kaldırışımda, onun, kendisini yazdığımı, kendisini anlattığımı sezmişçesine, yüzüne yayılan muzip gülüşü yakalıyor bakışlarımı, karşımdaki bu fotoğrafta.
Çocukluğumda erken yenilen akşam yemeklerinden sonra salona çekilip geç vakitlere kadar kitaplarının arasında adeta kayboluşu hatırımdan hiç çıkmaz. Başucundan eksik etmediği Baudelaire’ler, Rimbaud’lar, Anday’lar, şimdi hepsi benim kitaplığımda.
Doğada tek başına yürüyüşlere çıkmaktan, bilmediği değişik yerlere gitmekten çok hoşlanırdı.
Bir keresinde, gezilerinden birinde birlikteydik. Fisherman’s Wharf’ta, yanımızdan akıp giden kalabalığa aldırmadan oturmuş, yaygaracı martıları dinlemiştik uzun uzun. Gök bulutsuzdu. Mayıs güneşi batıda, rıhtımın biraz gerisinden ağır ağır batıyor, uçsuz bucaksız aydınlık, okyanusun azgın sularında paramparça olup her yana dağılıyordu. Tatlı bir ışık selinin içindeydik. O gün, izlerimizi, seslerimizi bırakmıştık Pasifik’in görkemli kıyılarına.
Üzerine Mısır hiyeroglifi ile “Melodi” yazılmış bir kolye, yine, üzerine dünya haritası çizilmiş bir devekuşu yumurtası, doğu esintileri taşıyan kırmızı ipekten bir şal, duvarlarımı süsleyen irili ufaklı tabaklar, el işlemeleri, bu yaşsız gezginin ziyaret ettiği topraklardan armağanlar, yeniden kavuşma anlarımızı ve bu hoş anların sevincini sessizce sonsuzluğa taşıyorlar. Bambaşka bir zaman duygusu veriyorlar bana.
Yağmur yalınayak, rüzgâr aylak dışarıda,
Özlemimse, ruhumdan boşanan bir kuş sağanağı baba.