Ölüm Düşü Üzerine Bir Deneme
O. Kutlar'a
Yine bir çarşamba günü. Hava adamakıllı soğuk yabanıl bal rengi meydanda. Batmaya yakın güneşin ince gövdesine yaslanmış vişne ağacının altındaki mavi örtülü masanın, kitabının açık sayfalarının üzerine düşüyor gölgesi. Etraftaki masalar bomboş.
Başını kitabından kaldırıp kentin uğultusunu dinliyor bir süre. Boşluğa bakan kısık gözlerinden ne zamandır gördüğü -bir ara seyrekleşmiş olsa da şimdilerde sıklaşan- düşle gerçek arası o tuhaf görüntüler geçiyor hızla bir kez daha. Dirseklerini masaya dayamış, gergin, öylece seyrediyor Ocak ikindisinde ürperen, gözüne boğa güreşi yapılan bir alan gibi görünen meydanı. "Ne kadar benziyoruz İspanyollara ve bu şehir, İstanbul ne kadar da benziyor Endülüs 'e. Oysa Taksim'deyim." Diyor sessizce.
Zaten hep böyle olmaz mı? "Umulmadık bir anda tutulur güneş, gece vakitsiz iner." Ya!.. Güneşli yağmurlar, çiçeklerle yüklü çılgın günler, mevsimler, bir kadının ince boynunda dolaşan tutkulu el, yaşamın gizleri ile dolu şiirler, vişneli pasta, sümbülî akşamlar, bir çocuğun saf gülüşü, martılar, yelkovan kuşları, Marmara denizinin yaladığı Arnavut Çiftliği'ndeki küçük, eski evler, açık pencerelerden rüzgârla taşınan ıhlamur kokusu ağıt ya da duaya benzeyen bir ölümle seğirmeye başlıyor usul usul.
Kapatıyor kitabı. Vişne ağacının altından aksak adımlarla süzülüyor yabanıl bal rengi meydana doğru. Uzaklarda ufalasıya korkulu koşuşturmalar... O yürüdükçe uzaklaşıyor ufuk çizgisi. Denizle gökyüzü arasından sıyrılan ürkmüş sığırcıklar iri iri halkalar çiziyorlar puslu, tekinsiz kış göğüne.
Bu denemeyi yazdım. Başına da "Ölüm düşü üzerine bir deneme" başlığını koydum. Gerçeğin ta kendisi olduğu, düşle hiçbir ilgisi bulunmadığı hâlde.