Resimler Yaşanmış Bir Hayatın Diliyle Konuşur Kimileyin


Soğuk günler başladı nihayet. Güneş yok bu sabah.
İçimi derin bir gerçek dışılık duygusuyla dolduran sisin bulanık beyazlığında karaltılar oradan oraya sürükleniyor. Çatıların, ağaçların silik gölgeleri birbirinin içine girip yeniden ayrılıyorlar. Penceremden seyrediyorum.
“Delft Manzarası” bir süreden beri zihnimi meşgul ediyor. Fırça dokunuşlarında incecik bir hüzün sezdiğim bu eserinde, adeta kendi imgesini, kendi hüznünü resmetmiş * Vermeer.
Meydanda, günün balık satılan ilk saatlerinin, henüz iyice aydınlanmamış kanaldaki teknelerin, sabah çalan çan sesleri arasındaki boşluğun suskun derinliklerinin yansısında, sonraları cinnete dönüşecek bir yoksulluğu, borç içinde bir ölüm yolculuğunu anımsatan bir şey var. Bu resme uzun uzadıya bakarken, çok eski bir hatıratı tekrar tekrar okur gibiyim. 
Berger bir mektubunda:
“Martine,
Neden sondan başlamıyoruz? Bir hikâye ancak sonu bilinince hikâyeye benzer. Âdem’le Havva Cennet’ten kovulmazdan önce değil, ancak kovulduktan sonra bir hikâye oldular. Sindrella’nın ise cam pabucunu kaybetmesi gerekiyordu...” Diye yazmış Martine Franck’a.
Vermeer’in tuvalinde de belki ilkin yağmur bulutlu göğün mavisiyle başlayan, şimdi artık sonu bilinen gerçek bir hikâye Delft Manzarası. İmgelerin, sessiz sözcüklerin, boya damlacıklarındaki ince hüznün ruhlarımızda yalın bir manzaradan çok daha başka bir anlamla karşılık bulabildiği bir anlatım.
Bu sabah dışarıyı seyreder gibi görünürken aslında sisin beyazına sesleri duyulmayan, elle dokunulamayan bir şehir çizdim. Bu sabahı bir resmin içinde yaşadım.