Bellekte Yolculuk


Italo Calvino yenice keşfettiğim, tanımakta geç kaldığımı düşünerek hayıflandığım yazarlardan biri. Tam olarak hatırlayamıyorum şimdi, okumalarımdan birinde mi yoksa edebiyat söyleşisi “Kelimeler ve Şeyler" de mi geçmişti ismi? Ve ben “Görünmez Kentler” kitabı ile sürmeye başlamış oldum Calvino’nun izini.
Kâşif tüccar Marco Polo'nun Moğol İmparatoru Kubilay Han’a gecelerce süren anlatımında, papirüslere çizilmiş minyatürler gibi yaprak yaprak seriliyor, şekillenip canlanıyor gözlerimde hayâlî kentler. Kâh ham ipekten feracemle örtünmüş, başımda penesli hotozumla, kâh hasır sandaletlerim, bir omzumu açıkta bırakarak ayak bileklerime dökülen güneş rengi bürümcük elbisemle dolaşıyorum. Ne yer ne zaman bildik.
Altı gün yedi gece boyunca yol alıyorum; bir akşam vakti, manolya bahçelerinin içinde ay ışığına sere serpe uzanmış Zobeide’ye varıyorum. Ertesi gün, ırmağı aşıp dağdaki geçitten çıkar çıkmaz, su mermerinden avluları, mercan sütunları ile üzerinde gölgelerin titreştiği bir göle benzeyen Moriana’ya. Karayele karşı yüz elli kavak boyu yürüyüp her gündönümünde, yedi düvelden tacirlerin buluştuğu, envai malın takas edildiği tekinsiz kalabalığı ile beni ürküten Eufemia’ya ulaşıyorum. Zencefil, pamuk yüküyle limana giren bir kalyon, ambarlarını fıstık ve haşhaş tohumu ile doldurup tekrar yelken açıyor uzak denizlere. Hindistancevizi, kuru üzüm, meyve şekerlemeleri ile dolu torbalar ve hurma şarabı tulumları ile yüklü deve kervanı ise yükünü boşaltıp, altın rengi muslin toplarıyla geri dönmeye hazırlanıyor. Sonra, Siroko rüzgârına açık bir koy’un kucağına kıvrılmış güzelim Ottavia; üç gün hep doğuya gidince, gümüş kubbeleri, bir kulenin tepesinde her sabah öten altın horozu ile güneşin vurduğu vakitlerde yaldızlanan Dimoria; beş nehir üç sıradağın ötesinde billûrdan sarayları ile Zemrude, Tamara, Despina ve diğerleri.
Italo Calvino, Polo’nun ağzından Kubilay Han’a Görünmez Kentleri’ni anlatıyorken, belleğinde bir yolculuğa çıkmış olmalı; belki çocukluğunun tamamlanamamış, yarım kalmış masallarına duyduğu özlemin yükünü hafifletmeye çalışıyordu böylelikle. Ve bu pusulasız yolculukta, anılarını yaşatan, arzularıyla şekillendirdiği rüya kentler doğuyordu arsızca büyüyerek yaşanmaz hâle gelen kentlerin kalbinden.
Kubilay Han uzayıp giden masal gecelerinde, kâşifin yorulduğunu sezinleyince kurnaz sorularıyla onu tatlı bir sohbetin içine çeker ve kâşif hemen o an uyku rehâvetinden sıyrılıverir. Bir keresinde: “Batıya döndüğünde oradakilere de anlatacak mısın bütün bunları?” Diye sorar Marco’ya. “Han’ım ben anlatırım lâkin beni dinleyen, duymak istediğini duyar yalnızca. Anlatıya anlam, yön veren şey, ses değil kulaktır. Senin heyecanla dinlediğin dünya başka, kendi sokaklarıma döndüğümde hamallar ve gondolcuların arasında dolaşacak hikâyeler başka olacak ve eğer Cenevizli korsanlara esir düşüp macera romanları kaleme alan bir yazıcıyla aynı hücrede zincire vurulursam, geç yaşımda ona yazdıracağım dünya ise bambaşka olacak.”
Kâşif Polo haklıydı; başka olacaktı elbette. Tıpkı benim bu kitabı okurken imgelemimde, anılarım ve arzularımla oya gibi işlediğim kendi görünmez kentlerimin bambaşkalığı gibi.