Galeano’nun Kadınları


“Gece
Uyumayı başaramıyorum. Gözkapaklarımın arasında uykumu kaçıran bir kadın var. Eğer yapabilseydim ona gitmesini söylerdim; ama boğazımda konuşmamı engelleyen bir kadın var.”
“Gece
Ben bir kadının yanı başında uyuyorum: Ben bir uçurumun yanı başında uyuyorum. “
Erkek, gece mi? Gecenin karanlığı mı erkek? 
Evvel zamanın içinden, yağmuru dinler gibi dinledim günlerdir Galeano’nun kadınlarını. Yürünenler, koşulanlar, kaçılanlar, düşülenler, kalkılanlar, kadim zamanlardan beri.
Magda Lemonnier kesip biriktiriyor sözcükleri. Öfkelileri ateş kırmızısı kutularda, sevgi ve huzur yüklü olanları yaprak yeşilinde, hüzünlüleri güz sarısında. Billûr fânusa ise tılsımlıları koyuyor. Bazen kutuları, tılsım dolu billûr fânusu açıyor Lemmonier, masanın üzerine yayılıyor bütün sözcükler. İşte o vakit kadınların öykülerini yazmaya koyuluyorlar:
Kenar mahallelerin, yoksulluğun kederini anlatan şarkılarını cennetin sesiyle söyleyen Bessie’nin;
Granada şehrinin kapılarından birinin önünde, boynuna demir halka geçirilen Maria Pineda’nın;
1725 yılında henüz bir çocukken köle olarak Rio de Janeiro’da satılan, otuz yedi yaşındayken, sokağa atılmış kadın köleler, miadını doldurmuş zavallı fahişeler için sığınma evi kuran sonra da Kutsal Engizisyon’nun işkence odalarında yitip giden Rosa Maria’nınkini yazıyorlar.
1919’da Berlin’de katledilip Landwehr kanalına atılan devrimci Rosa Luxemburg’un öyküsünü de. Oysa o, ne özgürlük adına adaletin, ne de adalet adına özgürlüğün fedâ edildiği bir dünya istiyordu.
Ve uzak zamanlarda Lesbos olarak bilinen, şimdiki ismi ile Midilli Adası’nda, şiirlerinde yankılanan sesiyle Sappho’nun, onun kitaplarının kederli öyküsünü yazıyor sözcükler. Çünkü, 1703 yılında Katolik Kilisesi, Antik Yunan’dan dünya edebiyatına miras kalan bütün kitaplarının yakılmasını emretmişti Sappho’nun. Ne yazık ki şiirlerinin pek azı kurtulabilmişti bu kıyımdan.
Dünyamızın her köşesinden, her yaştan, her ırktan devrimci, özgürlükçü kadınların öyküleriydi renkli kutulardan, billûr fânustan dökülen sözcüklerin yazdıkları. Hayatın neşesinden ayrı düşürülmüş, hayâlleri ve gelecekleri çalınmış ama yine de karanlığın içinden geçip aydınlığın yoldaşı olabilmiş; çiçeğe durmuş erik dalı sevinciyle mücadeleye koşan; kendileri ile yüzleşebilen; seven, sevişen, acılarına gülebilen kadınlardı Galeano’nun kadınları. Maria Curie, Isadora, Evita, Plaza de Mayo Anneleri, Frida, Brontë’ler, Ayşe, Florence, Hypatia, Fatma Mernissi... Sayamam ki hepsini, öyle çoklar!..
Rüzgâr durup durup patlıyor satırlarda. Sesler, sözler, isyan, öfke, gurur. Biraz sinip yatışınca, bir kırlangıç sürüsü havalanıyor tenimden. Bulutsu, yumuşacık, açık deniz kokulu hayâllerim. Gelecek umutdoğusuna çekiyor beni.
Georgia O’Keeffe gibi çiçekleri klitorislere, vulvalara, vajinalara, göğüs uçlarına, göbek deliklerine benzeterek resimler çizip “kadın doğmuş olmanın sevinciyle kutlanan bir şükran ayininin Kutsal kadehleri” ni yaratamasam da, duru dinginliği ile büyütüyorum içimdeki kadın bahçemi. 
Nisan baharını bu harika kadınlarla karşıladım; hüzünlü- umutlu cesaretim incileniyor saksılarımda şimdi. Şimdi yalnızca, gecenin sesleri ile daralmayan bir dünyanın öykülerini yazsın istiyorum masadaki sözcükler.