Ferit Edgü, Hakkâri 'de Bir Mevsimdi


Hakkâri 'de bir mevsimdi o yaşanan ve yaşam uğraşının dilini çözmenin çabasıydı aynı zamanda.
Sürgün, Öğretmen, Yazar, Kazazede; her ne ise: 
O,
Kıyıdan (bir deniz kıyısı, belki de başka bir hayatın kıyısı) çözüyor palamarını; gece inerken, ufukta, çok uzaklarda, tipinin savurduğu göğün dibinde ince, beyaz bir çizgi gibi uzanan, ölümün de yaşamın da kesin olarak birbirinden ayrılamadığı yapayalnız dağların köyüne doğru.
Halit, Mustafa, Seyit, Ramazan, üzerine kuma getirilen Zazi, muhtar, çocuklar, satılan kızlar, soğuk toprağın koynuna peşpeşe yatırılan bebeler, koyakları, arkaçları hiç durmadan kırbaçlayan rüzgârın vahşi uğultusu, geceleri köye inen açlıktan gözü dönmüş kurtlar, soğuğu yırtan köpek havlamaları, bir de çaresizlik işte...
"Ben yolunu yitirmiş zavallı bir yolcuyum. Bir kazazedeyim. Burda öğretmenlik oynayan....Başkalarını ve kendisini öğrenmeye çalışan."
"Sınıfa girdim."
"Bitti hocam resimler bitti, cümleler bitti, sobadaki tezek bitti, üşümeye başladık."
"Defterleri önüme çekip tek tek bakmaya başladım. İlkin resimler. Sonra cümleler."
-Kazyağı kamadı
-Hasta çoğ
-Hastala ölüyor
-Bebeler hasta toktor yok ilaç öğretme
-Hasta ola öle
-Benim kardeş öldi
-Kurt köpek yedi
-Elbisi bit var
-....
Tezek kokusundadır ve yeni dövülmüş keçenin kokusunda; çayın ve nefesin sıcağındadır; (yalnızca) bulgurun, yufka ekmeğine dürülmüş otlu peynirin tokluğundadır yaşam.
Koklayamadıklarım, dokunamadıklarım, ısınamadıklarım hepsi akıyor gözlerimden içeriye usulca yağan bir yağmurun camdan süzülüşü gibi.
...
[Halit gülüyor, "Burada her gün adam ölür, gazete mi yeter bunları yazmaya?"]
Karlar erimeye başlıyor, müfettiş geliyor bir gün. Soruyor hocaya: "Kış nasıl geçti?"
- Bebeleri gömerek, kimi ağlayarak müfettiş bey, kimi de gülerek ama çokça düşünerek, yaşama uğraşının dilini öğrenmeye çalışarak, kendimizi bulmaya çalışarak.
O bir mevsim bitiyor. Okul kapanıyor. Öğretmen gidecek. Nereye gideceğini bilemeden düşecek yollara.
Donan gözyaşının, karlı-buzlu kayalıklarda yarılmış çıplak minik ayakların, bebeleri koynuna alan katılaşmış ıslak toprağın, karın üzerinde yansıyan ay ışığının fotoğraflarını çekmişti öğretmen, yalnızca çaresizliğin, içe işleyen ağıtların, satılan kızların utançlı kederini çekememişti. Zazi'nin kumaya isyanını, kırılan gururunu çekememişti.
Zamanı gelirdi besbelli, sabah da olurdu. Güneş yalnızca kalabalık şehirlerin, lâcivert denizlerin üzerine doğmaz a! Ağaçsız, çırılçıplak, rüzgârın ,tipinin aman vermediği yapayalnız dağlara da doğar canını sevdiğim güneş. 
Bu son resimde öğretmeni görüyoruz. Karlar eriyor, dağlardan oluk oluk sular akıyor, güneş yükseliyor ama ayaz var. Bir katır ve bir at vermişler ona. Sandığı, torbaları katırın sırtında, o ise atın. Çocukların sesleri, köpek havlamaları uzaklaşıyor git git. Küçük dereler, yemyeşil düzlükler, karın altından güneşe gülümseyen bembeyaz çiçekler. Akzambaklar bunlar. Bunlar baharın gözağrıları, akzambaklar.
Yüklü katır arkada,turuncu güneş yolu gösteriyor.Öğretmen yol aldıkça arkasındaki kerpiçten,yığma taştan eğri büğrü damlar uzaklaşıyor,ufalıyor,öğretmen resmin turuncu köşesine doğru...
Edgü'yü okudum.Onu hep severek okumuşumdur ama onun kalemindeki sahicilik bu defa canımı yakmıştı.Çünkü bu okuyuş acı bir yüzleşmeydi.Kitabı bitirdikten sonra Onat Kutlar'ın beyaz perdeye uyarladığı  Edgü'nün bu romanının filmini sanrılarla gerçeğin düşe dönüştüğü bu öyküyü iki kez, evet üstüste iki kez seyrettim.Görüntülere ruh katan Timur Selçuk 'un müziğini de defalarca dinledim. Kulaklarımda şimdi hâlâ dağlardaki tipinin hırçın uğultusu var, genzimde tezeğin yangısı ve bir gece yarısı usulca yumulan bebe gözleri değiyor gözlerime.Bir de duygularım ki cümlelere dizemediğim...
Kandilli imiş 
Mayıs-Aralık 1976 imiş