Portakal Çiçeğinin Baharında
Diğerleri gibiydi bu seyahatim de; içime doğru yol aldığım, bir nevi bir hac ziyareti. Maddî bir yolculuk, mekânda yer değiştirme değildi yalnızca. Buzzati'nin Tatar Çölü'ndeki kaleye benzeyen; okunabilen, dinlenilebilen ama dışarıdan hiçbir şeyin asla ulaşamayacağı; kendi zamanlarına demir atmış efsanelerin, aşk öykülerinin, hayâl gücümün uçsuz bucaksızlığında düşsel birer parçası olmayı istiyordum Olympos'ta, Phaselis’te, Mira’da, İdyros’ta Adrasan’da.
Uzun sürmüş bir kışın ardından, öncesiz-sonrasız bir yaşam döngüsünün bütün mevsimleri hercai bir delişmenlikle hep birlikte açıyorlardı portakal çiçeklerinde, Akdeniz’in bu eşsiz, bu masalvari maviliğinde;
Ne bitiş ne de başlangıç kaygısı taşıyan, ince kararsız bir çisenti, dolu, kırağı yıldızcıkları, Olympos’un tepesinden Tanrıların öfkelerini duyuran haşin rüzgâr, o gazapla savrulan kumlar, mor salkım, sarı akasya, sazlıklar, çimenlikler, şarap ile zeytinin tadı...
Yürüyor, yürüyordum canım acıyana kadar. Ara ara kısa, bazen de upuzun okuma molaları veriyordum kendime. Her ne yaparsam, içimden hep, Tales of İse’den -onuncu yüzyıldan kalma- bu dizeleri mırıldanıyordum bütün hayretimle:
“Ay değil mi o?
Aynı bahar değil mi o?
Bedenim aynı beden
Ama her şey farklı görünüyor.”