Eskil Mahalleler
“Öğle uykusundan uyanırken deniz yükselirdi, bilirdim, hep gün o saatte yükselirdi. Kendimi büyümüş bulurdum. Birbiri arkasına uyanırdım. Koştuğumu anlamadan. Cilâlı taş ormanları içinden geçerdim. Düş, doğaya dönüşürdü...”
“Öğle Uykusundan Uyanırken"de böyle yazmış Anday. Bense hep masalsı bir giz bulmuşumdur şehrin bu eskil mahallelerinde. Ben doğmadan önceki mevsimlerin içinden geçerim daracık eğri büğrü sokaklarda, yıkıldı yıkılacak kemerlerin altında, şadırvanlı serin avlularda, epeski çarşıların kalabalık tezgâhları arasında dolaşırken. Onlar kadar yaşlanmış bulurum kendimi. Geçmişi ve şimdiyi bir arada yaşarım buralara her gelişimde.
Deli sağanaklar yok bugün. İlkyazın çini beyazı ebrulî göğü salkım salkım dökülüyor omuzlarımdan. Çocuk sevinciyle geziyorum.
1920’lerin, o savaş yoksulu zamanların cer işlikleri, günümüz Ankara’sının sanat merkezi Cer Modern, dünyanın değişik köşelerinden geleneği dokuyan kadınları konuk ediyor şu sıralar. İğnelerin, tığların, örgü şişlerinin ucunda çiçekler açmış, nasıl bir renk cümbüşü!
Eski mahallelerde, geçmişin içinde dolaşmaya devam ediyorum. Sevdâm Ankara’nın kuruluş hikâyesini dinlemeye Türk Tarih Kurumu’na doğru yola koyuluyorum.
“Ali topu tut” yazmayı bu şehirde öğrenişimdi belki, sokak lâmbasından yeni yetmelik odama vuran lôş ışıktaki hayâllerimdi, karşı kaldırımdaki çocuk sevgiliye, kimseye belli etmemeye çalışarak bakışımdaki mahcubiyetimdi belki, yirmi beş kuruşluk simitti okul yolunda, sokağımızın köşesindeki mavi boyalı kaydıraktı, çocuklarımı kaydırdığım. Birlikte büyüdüğüm geçmişimdi bu şehri benim şehrim, sevdâm yapan şey.
“Le moment où je parle est déjà loin de moi.” Sanırım Boileau’nundu kimsenin yadsıyamayacağı bu cümle. Ve bu satırları yazdığım şu an bile uzaklaşıp çoktan geçmiş oluyor. Ne gam!
Kim bilir belki de tatlı bir hatırlayıştır sonsuzluk.