Öyle Bir Değişiyordu Renkler
Tıpkı yazın bıraktığım gibiydi: Yine sessiz, yine uysal, yine dingindi Ağva alabildiğine. Hâlâ usulca kendini yaşamaya devam ediyordu. Oysa renkleri! O haylaz renkleri, o çapkın ışımaları yok mu, nasıl da büyük bir hızla koşuşturuyorlar, durmaksızın deviniyorlar, değişiyorlardı anbean.
Çakırkeyif gece ufukta sendelerken, erkenci kuşların gagasından dökülen düş mavisine boyanmıştı her yer, her ne varsa. Öylesine masalsıydı ki denize koşan o iki nehir, deniz feneri, başını sudan çıkarmış bir balık, balıkçı barınakları, uzayıp giden iskele, kalın parlak yapraklı ılımancı ağaçlar, kadınsı manolyalar, şımarık kediler, insan canlısı köpekler, mahmur sesler bile. Hepsi, ama hepsi düş mavisiydi. Güneş yağdı tepelerden sonra coşkun damlalarıyla. Sarılara, yeşillere elma şekeri pembeler karıştı. Toprağın yüzü güldü nihayet kuşluk vakti. Çünkü gün onu en güzel yerinden öpmüştü.
Öğleüstü ise bambaşkaydı. Olgunlaşan, git git eğilmeye yüz tutan gün ışığı ile yaldızlanıyordu sular Ağva'da. Su kuşları da yaldızlanıyordu. Yosunlu kıyılar yaldızlanıyordu. Eğreltiotları, çitlembikler, aşklar yaldızlanıyordu, alazlanıyordu. Sanki ben daha bir seviyordum bu tutkulu hâllerini, iki nehrin arasına pervasızca uzanmış Ağva'nın.
Dingin bakışlarından ne çılgın, ne ağırbaşlı, ne civelek, ne mahcup, ne berduş, ne serseri renkler gelip geçiyordu ve ben durup seyrediyordum bu delimsireklikleri en büyük hazzımla bıkıp usanmadan.