Sözcükler, Biçimler, Renklerle Yaratılmış Dünyalar


Birden, bir renk damlası, bir çizgi düşer geniş beyaz bir taç yaprağının üzerine. Bir imge, bir simge, hayal, bir uyanık-düş, sanrı, bir hatırlayış hayat bulur. Sesler, kokular, konuşmalar karışır araya. Görünmeyeni görünür kılan bir dünyadır artık taç yaprağının bembeyazlığında beliren. Duyguların, hissedişlerin, içsel yolculukların bir varlığa bürünüp somutlaştığı dünya.
Kim bilir belki yüzüne vuran o cılız huzme ile, kenarları çepeçevre sedef lalelerle bezeli, abanoz resimlikteki siyah beyaz duruk zaman canlanır.
İmbat estikçe kuytularına tuz zerrecikleri biriken; zakkumların, boruçiçeklerinin güneşle yıkanarak hercai renklere boyadığı daracık sokakları, tek katlı alçacık evleri ile Ege’nin bir kıyısına ilişmiş eskil kasabada yaşam, takılıp kaldığı o yaz günbatımında yeniden başlar. Hünnap ve narların gölgelediği, taşlığa açılan kapının yanı başındaki kereveti, tam ortasına bir daldan fener sallandırılmış masası, hazeran iskemleleri ile dingin avlu; kıpırtısız öğle sıcağında, bol domatesli, yeşil biberli menemen pişirilen mutfak; avlunun köşesindeki tulumbanın gıcırtısı, komşu bahçeden taşan kahkahalar; kalamar, ahtapot, orfoz, sardalye, yosun ve sakız rakısının kokusu, kendi uzak zamanlarındaki kadar canlıdır hâlâ yaz kırgınının öyküsünde.
Ya renklerin, biçimlerin dünyası? Ya ressamlar?
Kardeşi Theo’ya mektuplarından birinde, -sanırım son mektubuydu- “işte böyle, gerçek olan şu ki yalnızca resimlerimizi konuşturabiliriz” yazmış Van Gogh. 
Evet onlar, ressamlar, gördüklerini, düşlediklerini, yaşarken hissettiklerini, doğayı ve nesneleri algılayışlarını çizgileri, biçimleri, yalınç ya da birbirlerinin içinde eriyip dağılmış, bulanık renkleriyle anlatırlar. Sözcükleri yoktur ressamların.
Şarap tortusu renginde, uzayıp giden tarlaları, olgun buğday başaklarını, ablak yüzlü günebakanları, kargaları, yıldızlı göğü, zeytinlikleri resmederken, anlaşılabilme arzusu ile kıvranışının, yalnızlığının öyküsünü anlatıyordu aslında Van Gogh. Akıl ile deliliğin sınırlarında dolaşan resimlerinin öznesi hüzünlü yalnızlığıydı.
Yeryüzünü, doğayı, insanları ve hayvanları sevdiğini söyleyen Chagall ise yeşil eşekleri, dama çıkmış kemancısı, uçan horozları, aşklarını bulutların arasında yaşayan sevgilileri, kuzucukları, domuzcukları, sıpacıklarıyla yarattığı masal dünyasının sevimli masalcı dedesiydi.
Uzamı ve zamanı tek bir düzleme, tek bir boyuta taşıyan deli dahi Picasso'nun dünyası, Dali’nin Eriyen Saatler'i...
Sözcüklerime dönüyorum yeniden.
Vakit çoktan gece yarısını geride bırakmış. Tan ağarır birazdan karşı tepelerde. Başucumdaki lambadan dökülen yumuşak ışıkta, Çıplak Mavi Kadın’ı seyrediyorum. Bu etkileyici masmavi çıplaklık, Henri Matisse’in, yaşanan iki büyük savaşın ve sonsuz acıların ardından, umuda, barışa, hoşgörüye, yeniden doğuşa, saflığa inanma isteğinin derin bir ifadesi olmalıydı diye mırıldanıyorum kendi kendime. 
Ritsos’un şiirini bulup okuyorum sonra.
Mavi Kadın
Elini denize soktu
Eli mavi oldu 
Denize girdi
Her yeri mavi oldu
Sesi ve sessizliği mavi
Mavi kadın
Herkes ona hayrandı
Ama hiç kimse sevmedi
Sözcükler, biçimler, renklerle yaratılmış dünyalar öylesine büyüleyici ki!
Kalkıp perdeyi aralıyorum, uçuk pembe bir aydınlık sızıyor odaya, eşyaların üzerinde geziniyor titreşerek. Sabah oluyor.