Şiir ile Gece


Tekdüze mavilik bir sokak ressamının fırçasında boyanıyor, menevişleniyordu. Her şeyin: Yolların, çatıların, bahçelerin, aşkların, nefretlerin, yalnızlıkların, kahkahaların, evet her şeyin üzerine ebrulî bir akşam boşanıyordu.
Tarçınlı-karanfilli ıhlamur çayının kızılımsı rehâvetinden sıyrılıp, sırça bir zamanın incecik çatlağından sokağa bırakıverdi kendini şiir. Renklerin cümbüşünden, akşamın sihrinden bir şenlik payı almaya.
Pencerelerde birer birer beliriveren parlak lekeler, telâşlı adımlarla birikintilerde dalgalanan, yanıp sönen ışık adacıkları, denizin kokusunu, suların nemli serinini sürükleyip getiren uysal esintide gecenin kendisini masalsı bir uykuya yatırdığı sükûnlu bahçeler, zamanı keyfince sayan meydandaki saat kulesi, güneşin gün içinde delice koşturduğu boş arsalar... 
Şiir, muhteşem Orion'un ilâhî ışığı altında, saf bir istiridyenin kabuğunu aralayıp içindeki giz dolu özü kendi içine çeken bir sufī gibiydi.
Sonsuz sıkıcı, sıradan, heyecansız bir düz yazı değildi ki o. "Şiirler" dedi kendi kendine şiir: "Sadece bir tek sözcüğü, hayâl yüklü, düş yüklü tek bir sözcüğü için sevilmiş nice şiir vardır."
Bir zamanlar birbirlerini severek mutlu olan ölmüşlerin ruhlarına, gecenin içinden siyah oklar gibi fırlayan iki koyu renk tavus kelebeği ile dirim veren şiir değil miydi? Hani o yıllanmış nadide bir şarabın çileksi, böğürtlensi lezzetini taşıyan olgun, güngörmüş, ağırbaşlı sözcükleri ile.
Gece, çınarların gerisinde bir rüzgâr boşluğunda ağır adımlarla uzaklaşıyorken, dolunay alazlı şiir, sırça zamanın incecik çatlağından eve süzüldü. Nefesinde hâlâ ıhlamurun kızılımsı ılıklığı vardı. Sedef kakmalı eski abanoz yazı masasının üzerindeki koyu mavi çini kâsenin yanında duran kitabın sayfalarından birine usulca kıvrıldı. Gümüşten bir yorgunluk örtmüştü üzerini.